Bizim öğrencilik yıllarımızda başarılı olarak görülen çocukların, ailelerinin tercihleri nedeniyle hiç istemedikleri mühendislik ya da tıp fakültelerine gittiklerini biliyoruz. Yine aynı dönemde bir arkadaşım izlediği filmlerin etkisiyle hukuk fakültesini kazanmış, bizim mahkemelerimizde jürinin olmamasıyla yıkılmıştı. Aileler tarafından yapılan tercihlerle sevmedikleri işleri yapan o kadar çok insan var ki…
Bu koşturmacanın, bu yarışın, bu akademik karşılaştırmanın ve yüklenmenin içinde kendimizi bir çemberin içinde dönerken buluyoruz. Çemberden çıkıldığında dünya başımıza yıkılacak sanıyoruz.
Bu yazıda sizleri tutkularının peşinden giden, kendi yaşamlarını kendileri şekillendiren ve çemberden çıkma cesareti gösteren insanlarla tanıştırmak istiyorum:
Cenk
Tanışalı dört yıl oluyor. Öyküsü çırak olarak girdiği fotoğrafçıda başlıyor. Çırak olarak başladığı ustasının yanında bu sanata aşık oluyor. İlk fotoğraf makinesi ile de yollara düşüyor. Lisede nasıl bir öğrenci olduğunu bilmiyorum, başarılı olup olmadığına dair de bir bilgim yok. Liseyi kaç yılda bitirdiğini ya da üniversiteye gidip gitmediği ile hiç ilgilenmedim. Fototrek’in kurucusu, fotoğrafa aşık bir adam. An’ların peşinde Nepal’de, Hindistan’da, İran’da, Küba’da… Yirmi sekiz yıldır tutkuyla bağlı olduğu işi yaparak geçiniyor ve yaşıyor.
Osman
Bir akşam dost sohbetinde, artık biz kalkalım cümlesi yaklaşırken ev sahibi; “Durun, Osman gelecek, onu tanımadan gitmeyin” dedi. Kimdi Osman, niye tanımalıydık? Osman bisikletiyle yirmi kilometre yol yaparak üşenmeden sohbete gelmişti. Gelir gelmez piyanonun başına oturdu. Bir yandan Rahmaninov’tan bir yandan Chopin’den eserler çalarken aynı zamanda çaldığı eserlerin öyküsünü de anlatıyordu. Osman Avrupa’daki nehir turlarındaki gemilerde piyano çalıyor ve yaptığı işten keyif alıyor. Size bir video izleteyim dedi, kendi sosyal medya hesabını açtığında ben piyano ile ilgili bir şey olacağını düşünürken, bir pistten kayışını izletti. Dört yıl önce kayak yapmaya başladığını söyledi, kendine rotalar belirliyor ve farklı pistlerde kayak yapıyor. Piyano çalmak, kayak yapmak ve bisiklet sürmek onun vazgeçemedikleri. Bir yandan Dünya’yı geziyor bir yandan da sevdiği işleri yapıyor.
Murat
Ege’nin bir ilçesinde çocukluğunu geçiriyor. Babasının terzi dükkanının önünde oyun oynuyor. Belediye bandosu mola verdiğinde bandocuların enstrümanlarına hayran hayran bakıyor. Heyecanla sesleniyor babasına, ben de müzisyen olacağım. Babası sesini çıkarmazken Murat sesini duyurmak için “Ben müzik okulunda okumak istiyorum” yazılı kağıdını, zarfın üstüne müzik okulu yazarak postaneye veriyor. Hiçbir yere ulaşmayan bu izi belli olmayan zarflar postacının dikkatini çekiyor ve zarfa konservatuarın adresini yazıp açıklama yapıyor. “Bu çocuk her gün size mektup yazıp, müzisyen olmak istediğini belirtiyor” diye. Terzi dükkanına haftalar sonra bir davet mektubu geliyor. Konservatuar hocaları Murat’ı görmek istiyor ve sınav tarihini belirterek davet gönderiyorlar. Murat üç haftalık bir hazırlıkla konservatuar sınavlarına giriyor ve kabul alıyor. Kazandığı bursla da Almanya’da yüksek lisans yapıyor. Çocukken aşık olduğu müzik sevdasının izlerini takip ediyor.
Eylül
İlkokulda öğrencimdi. Ne öğrenirse öğrensin sorgulardı. Bir dersi, başı sırada mutsuz mutsuz izlerken sordum. “Eylül ne oldu, neden düşüncelisin?” Eylül ilginç bir yanıt verdi, “Of öğrenecek ne kadar çok şey var, gözüm korktu, bu kadar bilgiyi öğrenmek zorunda mıyız?” Eylül eğitimi boyunca hep sorguladı. Matematiği sevdirmeye çalışmak, sınavlara hazırlanmasını istemek onu mutlu etmiyordu. Akademik anlamda öne çıkmayan Eylül, arkadaş ilişkilerinde başarılı ve kendiyle barışıktı. Mutluluğu bir derste yüksek not almasına bağlamıyordu, onun için zaten yaşamın kendisi bir ön koşula bağlı olmadan mutluluk kaynağıydı. Daha ilkokulda müziğe ve şiire karşı ilgiliydi. Liseyi bitirince ailesinin isteğiyle yurtdışında belki de çocukken aramaya başladığı sorulara kafa yormak için felsefe okudu. Okuduğu üniversite istediği işi yapmasına engel değildi, müziğe olan tutkusundan asla vazgeçmedi. Şu günlerde, “Kalk Git” parçasıyla gündemde, sevdiği işi yapıyor.
Önder
Hacettepe’nin Beytepe yurdundan yan oda arkadaşım. Unutulmaz erkek yurdu sohbetlerinin güzel insanlarından. Spor Bilimleri bölümünde okurken akşam sohbetlerinde herkes öğretmen olarak nereye atanacağını düşünürdü. Önder ise istatistiğe kafa yorar ve o alanda kendini geliştirmek isterdi. Spor bilimi ve istatistiklik bilimini birleştirerek kariyer planları yaptı. Bölüm arkadaşları öğretmen olarak atanırken Önder, Fenerbahçe’de Daum’un ardından Zico’nun yardımcı antrenörü olarak çalışmaya başladı. Ardından Beşiktaş’ta sportif direktör olarak görev aldı. Televizyonlarda izlerken tek keyif aldığım futbol yorumcusu olarak izlemeye başladım. Sevdiği işi uzun yıllardır aşkla yapıyor.
Örnekler artırılabilir, sayı çoğaltılabilir. Bu kişilerin ortak noktaları tutkularının peşlerinden gitmeleri…
Bizse çocukların tutkularını öldürmek için elbirliğiyle çalışıyoruz. Çocukların okula başlamasıyla birlikte sınıfın içinde; oynama, yapma, dur sözcükleri arka arkaya gelmeye başlıyor. Sınıf seviyeleri büyüdükçe dört ya da beş seçenekli testlere mahkum edilen eğitim öğretim hayatımız, bizi bir örnek yapmaya ve biçimlendirmeye çalışıyor. Akademik yaşamın önemine inanarak bu alanı kutsuyoruz. Yalan ne kadar büyük olursa, inananı da o kadar çok oluyor. “TEOG ‘a hazırlıyoruz” cümlesiyle birleşen “başını kaldırmadan, ses çıkarmadan, sorgulamadan, düşünmeden çalış” yaklaşımı keyifsiz baharlara yenilerini ekliyor. Zannediyoruz ki ancak ve ancak akademik anlamda başarı sağlanırsa iyi bir gelecek şansı yakalanabilir.
Bu nedenle eğitimcilerin ve ailelerin eğitime dair bakış açılarını yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Okullar heyecanların yitirildiği, ayakların geri geri gittiği, standart çocuk yetiştirme yaklaşımından sıyrılmalı. Ortaokula kadar inen ‘kariyer günleri’ isimli etkinliklerde, kariyeri belirli standartlar kapsamında çocuklara sunmaktan vazgeçmeli. Her şey okul değil, her şey bizim değer algımızla ilgili değil. Tutkuyla çalışmak mümkün…
www.egitimpedia.com